Beni en derin sessizliklerine götür, yalnızlık!

Lütfen beni affedin.

Çizim yaptığım o çatlak masanın yanında duran maket bıçağını aldım ve bileklerime doğrulttum. Yan odada babaannem, canım babaannem, hiçbir şeyden habersiz uyuyordu… Gözyaşlarımı tutamadım ve bir süre, içimdeki kederin benliğimi ele geçirmesine izin verdim… Yalnızlık kazanmıştı. Sıradan bir bar kavgasıydı bizimki, ve kazanan o olmuştu. Kırdığı bira şişesini, sol koluma saplayıvermişti.

Hayat… Tıpkı bir nehire benziyordu şimdi. Sessiz, sakince ve usulca akan bir nehre… Akan, duygularımdı… Simsiyah bir nehir akıyordu önümde. Neden? Neden yapmıştı bunu bana ve buna rağmen neden seviyordum onu hala? İçimdeki tüm sevgiyi çalıp giden o güzel hırsıza niye aşıktım? Gözündeki titrek ışığına kadar, neden hala onu görmeye hasrettim? Yeter!

Sol bileğim kanamaya başladığında öylesine korktum ki, yatağımın üstündeki gömleğimin kolunu hızla bileğime bastırıp kanamayı durdurmaya çalıştım. Durmuyordu! Sırılsıklam olmuş gömleğimi kenara atarken ağlamaya başladım. Ölmeye bile korkuyordum! Halbuki on beş dakika önce neler neler düşünüyordum… “Barış Ünver, sen sevilmeye layık değilsin. Aşk, senin için uzaklarda çalan bir keman… Ve bu çarpık dünyada, aşksız sürüklenmeye lüzum kalmadığını kanıtladı o cellat. Ne yapacağını biliyorsun…” Kelimeler de mi yalan söylüyordu yoksa? Oysa hayata tutunmamı sağlayan, bu kelimeler değil miydi? Beyn adındaki blog’um için bastığım her harf değil miydi, bu trenden atlamamı engelleyen?

Beni, trenin varacağı son durağa kadar beklemeye dayanamayacağım hale getiren kişi; şimdi kendine ait sahte mutluluklar diyarında, yeni bir kurbanı ile uyuyordu. Kurbanı ise her şeyden habersiz, o “mutlu diyar”ın aslında ne kadar boş olduğunu göremeyecek kadar kör, sevgilisinin yanında, gözleri kapalı… Bense, sol bileğimden hızla boşalan hayatımla beraber, hayatımın en gerçek anlarında çaresiz, yapayalnız… Hala kanamasına rağmen diğer elimle bunları yazabiliyor olmam ise gerçek üstü gibi. Çoktan ölmüş olmam gerekirdi, değil mi? Hayır! O kirli orospu için mi öleceğim? Hayır, yapamam bunu! Beni sevenler de var!

Hayır, yok… Aile sevgisi, arkadaş sevgisi bir yana, beni benden çok seven bir melek yok bu dünyada. Sırtıma saplanan bıçakları kendi sırtındaymışçasına hisseden, yüreğinde benim yüreğimin sıcaklığını hisseden kimse yok… Olmayacak da. Olamayacak da… Çünkü birkaç saate kadar ölmüş olacağım.

Üşüyorum, sanırım kansızlığın etkisi. Yüreğimin soğuduğunu hissediyorum. Ne mutlu! O sıcaklık yok olduğuna göre, o sıcaklığı paylaşacak birinin olmayışına üzülmem gerekmiyor. Kulaklarımda, derin ve acı dolu bir uğultu… Bu da, uzaklarda acıklı acıklı çalan o kemanı bir daha hiç duymayacağım anlamına geliyor olmalı. Hepsine, kaybedeceğim her şeye veda etmek adına, ansızın, “Elveda!” diye bağırdım. Tüm duygularım yok olmuştu, akıp gitmişti sanki. Biri dışında… Nehri bembeyaz eden o duygu… Aşk.

Babaannem, odanın kapısında gözyaşlarıyla, bana, koluma bakıyor. Ayakta durmakta güçlük çekiyor, belli. Ben de ona bakıyorum, ve ben de oturduğum koltukta durmaya çalışıyorum. Onun gözlerinde çaresizlik, benim gözlerimde pişmanlık… Yanıma yaklaştı. Kesik kesik hıçkırıklarla, “Ne yaptın sen…” dedi. “Üzgünüm babaanne, elveda…” demek istedim, ama artık bunu söylemek için gereken güç kalmamıştı nefesimde.

Bir kayıktaydım artık. O bembeyaz nehirde, benim için kürek çeken sevgilimle beraber mutlu diyarlardan uzaklaşıyor, uzaktan yalnızca sis gördüğüm bilinmeyen bir başka diyara doğru ilerliyorduk… Onun da gözlerinde yaş vardı. “Neden?” diye sorduğumda, inci tanesi gibi parlayan gözlerindeki yaşlar dökülmeye başladı. “Özür dilerim…” dedi kısık sesle, tek nefeste… Gülümsedim, “Teşekkürler.” dedim. Benim için yeterliydi çünkü bu. Teşekkür… Bazen en güzel kelimelerden daha güzel… Babaannemin yanına geri döndüm.

Yerdeydim. Babaannem bana bakıyordu, kızgındı. “Neden?” diye soracaktım ki bi’ tane indirdi suratıma. “Daha yeni ütüledim o gömleği ben!” dedi. Sağ koluma baktım. Hala bilgisayar başında bunları yazıyordu. Babaannem kudretli yumruğunu geçirdiğinde sağımı solumu şaşırmış, yanlış kola bakmıştım. Sol koluma baktım, gömlek yoktu. Bileğimde ise çok hafif bir sızı vardı. Sızının olduğu her noktada ise kurşun kalem izi…

Mutluydum sanki. Hayat artık bir düğün konvoyuydu. Sünnet düğünü ama. Yok, olmadı bu. Hayat, yepyeni bir evdi, açık kapısının içinden beyaz ışık hüzmelerinin yüzüme vurduğu… Bi’ saniye, yüzüme vuran babaannemdi. “Daha dün yıkadım, ütüledim senin yaptığına bak! Ne lan bu boya?” diye azarlıyor, bir yandan da suratıma suratıma vuruyordu. Mutlulukla, gülerek kucaklamaya, “Tonton babaannem benim!” demeye kalktım ama babaannem adeta psikopata bağlamıştı. Bir süre daha vurduktan sonra içeri gitti, geri yattı. “Biraz kısık sesle şarkı söyle, öyle ‘Elveda!’ diye bağırdın, yüreğime iniyordu vallahi!” dedi gitmeden önce.

Artık mutluydum. Aşk doluydum. Sevgilimi aradım. “Seni çok seviyorum!” diye bağırdım. “Ay Barış, ben seni arkadaş olarak görüyorum ama. Hem daha tanışalı bir hafta oldu!” dedi. “Lan ne o kadar kur yaptın madem geçen! Manyak!” diye bağırdım. Babaannem kapıda belirdi, elinde oklava vardı, büyük dayak geliyordu. “Görüşürüz aşkım.” deyip kapadım telefonu ve yaşlı babaannemin kaslı kollarından kaçmak için basitçe sandalyeyi önüme devirdim.

Barış Ünver
26 Ekim 2007

Yazıyı beğendiniz mi? Beğendiyseniz, yeni yazılardan epostayla haberdar olmak için Beyn'in eposta abonesi olabilirsiniz.

Yorumlar kapalı.