Bağırdım. Bir konuşma içerisinde iki-üç kez bağırdım. Kalp kırıcı bir davranış, biliyorum ama ben böyleyim işte. Düzeltmeye çalışsam da, asabi biriyim. Öyle büyümüşüm çünkü. Aile kavgaları arasında, herkes herkese bağırırken… Gülerken bile bağıra bağıra güler bizim ailedekiler. Bahane değil tabii ama küçükken öğrenilen davranışların büyüyünce köreltilmesi zor; böyle bir gerçek var. Örneğin sen bir anne olarak çocuğunu döversen çocuk şiddete meyilli olur. Örneğin sen bir baba olarak çocuğunla değil işinle falan ilgilenirsen çocuk ileride duygusuz olur, iyi bir baba olamaz falan… Her yerde gördüğümüz örnekler, yoksa ben bunları yaşadım diye söylemiyorum. Ben sadece yüksek sesle büyüdüm. O kadar.
Son bağırışımdan sonra telefonu kapadığımda, her seferinde beliren pişmanlık hissi yavaş yavaş dürtmeye başladı beni. Sonra o dürtmeler sertleşti, sonra o dürtmeler yumruklara dönüştü. Çok sevdiğim bir insana ne zaman bağırsam, pişmanlık hissi gelir beni eşek sudan gelinceye kadar iyice döver. Allah yarattı demez, tekme-tokat girişir. Her zaman da mideye çalışır, hiç şaşmaz. Midemi kasmaya kalkarım falan ama işe yaramaz, vicdanım gelir evire çevire döver beni. Dayağın sonunda ortaya çıkan ağrı da, azaptır. Ve vicdanımın attığı temiz bir dayaktan sonra azap geldi, mideme oturdu.
O azabı gidermek için çeşitli yollar denerim normalde. Benim için en etkilileri uyumak ve gündemle, siyasetle falan uğraşmak.
Her ay üç-beş tane gündem yazısı yazıyorum diye azapla çok haşır-neşir olan bir insan gibi görmeyin beni sakın. Gündemle uğraşmam, gündemle ilgilendiğimden ötürü; azabı gidermek için gündemle ilgilenmekse bambaşka bir şey. Hatta gündemle sürekli ilgilendiğim için, başka olaylardan ötürü oluşan bir azap sonucu gündemin azaba iyi gelebileceğini keşfettiğimi de söyleyebilirim. Tırt bir keşif ama, olsun.
Bu aralar gündem zaten epey yoğun olduğu için bu sefer bol bol gündem tartışması izledim, çok fazla yazı okudum. İyi geliyor gelmesine, azap yok oluyor olmasına ama program (veya yazı) bittikten sonra geri geliyor. Geldi de. Kılıçdaroğlu’nun yüzü zihnimde kaybolduğu anda azap geri geldi; kızın zihnimde kazınmış olan yüzünü de tekrardan net bir biçimde görebildim. Özetle, gündem-mündem işe yaramadı bu sefer.
Uyumak dedim… Depresyondaki insanlar neden uyur, biliyor musunuz? Çünkü metabolizma yavaşlar, çünkü kas hareketi minimuma iner, çünkü bilinç kapalıdır, çünkü uykudayken aslında beyniniz vücudunuza felç sinyali gönderir ki rüyanızda bir yere koşarken gerçek hayatta balkondan düşmeyin. (Hatta uyurgezerlikle karabasanlar da bu geçici felç fonksiyonunun bozukluğudur.) Zamanı hızlandırmanın bir yolu henüz bulunamadığına göre azap çeken bünye de çözümü bilinci kapatmakta bulur. Rüyalar görülür görülmesine ama hatırlanmaz, hatırlansa bile uyanıklık halinden iyidir. Bereket, uykucu bir insan olmama rağmen çok fazla uyumayı engelleyecek bir sırt ağrısı problemim var ki, günde 20 saat uyuyamıyorum. En fazla 10. Bu sefer yediğim bokun ardından da bir-iki gün boyunca fazla uyumayı denedim ama bu kez uyku da çözmedi sorunumu.
Yediğim haltın büyüklüğünden yola çıkarak özür dilemekten de öte bir şey olan af dilemek istedim. “Kısa yazacağım…” diye başlayıp upuzun bir mektup yazdım. E-postayla gönderdiğimde, mektubu bitireli iki gün olmuştu. Çünkü biliyordum ki en baştan göndermiş olsam, af dileğimin de bir değeri olmayacaktı. Bir de ortamın biraz durulmasını, kızın azıcık sakinleşmesini bekledim. Olmadı. “Mektubun için teşekkürler, ama…” diye başlayan bir cevap geldi. Yılmadım, tekrar telefonla konuşmak istedim. Konuşma bir cümleyle değil, bir sesle bitti: “Cık.”
İşin ilginç kısmı da burada başlıyor çünkü azap burada, sıfır noktasında sona eriyor. Kalbin mideyle beraber vücut yönetimindeki koalisyonu devam ederken, bir anda beyin darbe yapıyor (ama askeri değil, sivil darbe). Bitmemesi için o kadar uğraştıktan sonra bitiyor ve nasıl oluyorsa kalp ve mide susuyor, beyinden “Sonunda bitti!” sinyali geliyor. Kabullenememe durumunda iktidarın kimde olduğu belli olmuyor ama nihayetinde mideyle kalp, iktidarı beyine bırakıyor.
Kusmaya doğru giden evrelere benzetiyorum ben bu süreci. Kusma fobisi olanlar daha yakından tanırlar bu süreci: Miden bulandıkça ölüm döşeğindeymiş gibi kıvranır, kusmamak için büyük çaba sarf edersin. Sonra bulantı tepe noktasına ulaşır ve dayanamaz, ne var ne yok çıkarırsın ve her seferinde “Keşke baştan kusmuş olsaydım.” diye hayıflanırsın çünkü inanılmaz bir rahatlık gelmiştir. Ayrılık anları da buna benziyor bence. O kadar uğraşırsınız ama bitince de feci bir ferahlık gelir; neredeyse serin bir rüzgârın esmeye başladığına inanırsınız. Çok ciddiyim, öyle.
Konuyu dağıtmayayım, sadede geleyim: Ayrılık anları az önce sona erdi; diğer bir deyişle az önce mecazen istifra ettim. İktidar şu anda beyinde ve her yeni iktidar gibi beyin de heyecanla işe koyulmak istiyor. Hazır beyin çalışmaya bu kadar müsaitken, bunu değerlendirmek lazım diye düşündüm. Düşünmek zaten her şeyin ilacı -bunu bilmeyen yok- ama acı tazeyken, azap henüz kesilmişken olayı değerlendirmek -biraz duygusuzluğa benzese de- nasıl olurdu, bunu denemek istedim.
Peki değerlendirme yapmak için beyni en iyi, en etkili biçimde nasıl çalıştırırsınız?
İşte böyle. Bu yazıya, o “cık” sesinden 20-25 dakika sonra başladım. O 25 dakikalık arada da yüzümü yıkadım, gözlüğümü sildim, sakinleştim, beyni iktidara taşıdım falan… Şimdi bakıyorum da, o “cık” sesinden sonra tam 1 saat geçmiş ve ne kadar beklersem bekleyeyim, yaşadığım acının geri dönmeyeceğinden aşağı yukarı eminim. Çünkü o kızın, basit bir tartışmanın ardından benden soğuduğuna göre bana zaten değer vermediğini kavradım. Doğru ya; madem kız “Beni böyle kabul edeceksin.” gibisinden laflar etmeyi biliyor, beni niye kabul etmeyecek?
Kırk yılda bir yüksek sesle konuştum diye beni reddeden bir kızın bana verdiği değer buysa, benim verdiğim değer de belliyse, pariteden dolayı ben değer kaybediyorum. Olur mu öyle şey?
Olmaz. Olmayacak da. Sırf bu durumda değil, bundan sonraki “durumlarda” da olmayacak. Çünkü üçüncü yöntemi keşfettim: Olayın ateşi sönmeden, dumanı tüterken yazmak.