Galatasaraylıyım, ama son yıllarda Galatasaray’ın oynadığı oyundan eskisi kadar zevk almıyorum. (Hemen şu notu düşeyim: Yazı Galatasaray’la değil, benimle ilgili.) Neden Galatasaray’ın oyunundan zevk alamadığımı düşündüğümde şu sonuca ulaşıyorum: Galatasaray’ın amacı gol atmak değil, öne geçmek. Maçı kazanmak değil, maçı kaybetmemek Galatasaray’ın amacı. Öne geçince maç yavaşlıyor, gol yerlerse panik başlıyor. İlk golü Galatasaray yerse, maçın geri kalanında beraberlik hedefiyle oynuyorlar. Beraberlik golü bulunduğunda, bu sefer takım bu noktada yavaşlıyor, rahatlıyor. Oyuncuların değişmesi önemli değil, teknik direktörlerin de: Yıllardır Galatasaray böyle sıkıcı bir şekilde oynuyor ve bu yüzden günden güne zayıflıyor.
Ezeli rakibimiz Fenerbahçe öyle değil. Birinci golü atınca ikincisini, ikinci golü atınca üçüncüsünü düşünüyorlar. Açtıkları farkın, maçın geri kalanında kapanması mümkün olmadığı sürece gol atmak için çabalamaya devam ediyorlar. Beşiktaş’ın oyunu da aynı şekilde. Barcelona da öyle.
Ben de yıllardır Galatasaray gibiyim. Kazandığım parayı yeterli gördüğüm an, para kazanma isteğim kayboluyor. Atıyorum; kazandığım para 1000 liraysa ve ben 1000 lirayla (dışarıda yemek yemek gibi lüks harcamalarım dahil) rahatça geçinebiliyorsam, biraz daha para kazanmak için çaba sarf etmiyorum. Olur da bir seferde 2000 lira kazanırsam, 2 aylık “harçlığımın” çıktığına seviniyorum ve 2 ay boyunca yatabiliyorum.
Bunu “paraya düşkün olmamak” ambalajıyla anlatıp böbürlenebilirdim, ama gerçek hayatta bu “ataletin” ne kadar zararlı olduğunu fark ettiğim yaşlara geldim. 30’uma yaklaşıyorum ve harcadığımdan çok daha fazlasını kazanıp birikim yapmadığım sürece, hayatımın geri kalanında sürekli bir geçim sıkıntısı ile yaşayacağımı biliyorum.
Bunları neden anlatıyorum? Çünkü meditasyon yaparken aklıma geldi. (Bak onunla övünebilirim: Headspace diye bir uygulama sağ olsun, yaklaşık 2 aydır aralıksız her gün meditasyon yapıyorum.) Girdiğim o rahatlamış, dünyaya biraz daha geniş açıdan bakan ruh halimle meditasyonumu yaparken (Böyle anlatınca çok gıcık biri gibi oldum di’ mi?) nedense “nayloncu” olduğumu düşündüm. Hani şu faraş, lavabo pompası, mandal, çamaşır ipi falan satan adamlar var ya, seyyar, hah, onlardan. Küçük Esat taraflarında gezdiğimi düşündüm. Elimdeki tüm malları öğle vakti satmayı başardığımı gözümün önüne getirdim. (Size yemin ediyorum, meditasyon sırasında bu tarz düşünceler, rüya gibi, kendi kendine akla geliyor.) Önümde iki seçenek olduğunu düşündüm: eve dönüp ense yapmak veya toptancıya gidip daha fazla mal almak.
Bunları aslında neden anlatıyorum? Yeni bir iş kuruyorum. Daha doğrusu yeni bir iş kuracağıma kendimi ikna etmeye çalışıyorum. Yıllardır yaptığım yazarlık işleri, ayda 40-50 saat çalışıp ayın geri kalanında aylaklık ettiğim için olsa gerek, beni yıllar içinde epey tembelleştirdi. Şimdi o yazarlık işinden ayrılmaya ve kendi işimi kurmaya karar verdim ama yılların getirdiği atalet, işi kurmak için adım atmamı engelliyor. Yazarlık işinden ayrılmaya kararlı olsam da, gerçekten para kazanamadığımı ve kirayı denkleştiremediğimi görene dek yeni işi kurmak için yeterince motive olamayacağımı düşünüyorum.
Korkum da bundan. Kafamın çalıştığını, harekete geçtiğimde asla aç kalmayacağımı biliyorum ama harekete geçmek için dışarıdan tetiklenmeye ihtiyaç duyuyorum. İçeriden, kendi kendimi tetikleyemeyeceğimi düşündüğüm için korkuyorum. Bu da, hayatımda yapmak istediğim değişiklikler konusunda bir nevi dirence, kendimle çatışmama sebep oluyor.
Yardım edin lan.