Canım geçen gün tost istedi. Ama öyle ekşi mayalı ekmekli, red cheddar’lı, avokado püreli, himalaya tuzlu tosttan istemedim. Kantin tostu istedi canım.
Birinci sınıfın ilk günü. Barış denen şımarık velet, “TOST İSTİYOM!” diye babasını darlıyor. Babası, canım benim, gidip kantinden bir tane çift kaşarlı tost alıyor. Barış denen şımarık velet, tostu beğenmiyor. “BEN İKİ TANE TOST İSTİYOM!” diye babasını darlamaya devam ediyor. Ağzı dolu. Babası, canım benim, ikincisini alıyor. Şımarık çocuğunun birinci sınıftaki ilk günü kötü geçsin istemiyor muhtemelen.
Kantin tostunun tadı ayrı oluyor. Şekerli gibi, yumuşak sandviç ekmeğinin içine “kaşar” isimli eritme peynirini tıkıyorsunuz, ekmeğin iki tarafına nispeten kalitesiz tereyağı sürüp biraz da tuz serpiyorsunuz. Kantin diyorum ama hastanede ve kahvehanede de yapılıyor bundan. Her yediğimde babasını darlayan o şımarık Barış’a kızıyorum.
Elimde şekerli ekmek yoktu, kalitesiz tereyağı yoktu, eritme peyniri yoktu, kantin tostu yapamadım. Düz somun ekmeği görünce başka bir tost çekti canım. İnternet kafe tostu.
Sekizinci sınıfı bitirmiştim, aylardan temmuz, illerden Kocaeli. Depremin yaralarını saralı üç yıl olmuş. Türkiye’nin en iyi liselerinden birini kazanmışım. Kuzenlerim Özgür ve Adnan’la Belsa Plaza’dayız, hep gittiğimiz internet kafedeyiz. (Evde de bilgisayarlar var ama geniş bant internet o dönem yaygın değil, başkalarıyla oyun oynamak için internet kafeye gidiyoruz.) Counter-Strike’taki bilmem kaçıncı saatimizdeyiz. Adnan “keleş”ini konuşturuyor, Özgür sniper’ını almış, ben hızlı pompalıyla çalışıyorum. Karnımız guruldarken internet kafenin kapısı açılıyor, Belsa’nın çaycısı tek notayla dümdüz sloganını atıyor: “Çay tost kola limonata ayran soğuk su isteyen” (Soru işareti koymadım çünkü adam da koymuyor.) Her gün olduğu gibi karışık tostumuzu söylüyoruz.
Bu tostun tadı çok acayipti ya. Yarım somun ekmeğin içine kaşarı, sucuğu ve bol ketçabı katıp, kâğıt gibi olana kadar tost makinesinde presliyordu çaycı. Üzerine margarin ve tuzu basıp bir daha presliyor, sarıp veriyordu. Sardığı gazete kâğıdını da ısırıyorduk bazen, gözümüzü ekrandan ayıramıyorduk zira.
Bu malzemeler de olmayınca başka nasıl bir tost yaparım diye düşündüm. Son olarak aklıma, beni en çok mutlu eden tost geldi.
Kadıköy Anadolu Lisesi’nin yatakhanesindeyim, akşam saat 10 falan. Bir tane bile arkadaşım yok. “Yatakhanenin eziği”yim. Kendi dönemimdeki zorbalarımın üstüne, üst dönemlerden de 5-6 tane zorba her gün bana hayatı cehennem ediyor. Yatakhanenin geri kalanı da yanıma yaklaşmıyor, cüzzamlıymışım gibi. İntihar sürekli aklımın bir köşesinde ama kendime zarar verecek cesarete sahip değilim. Annemle babam ekonomik krizin ortasında kendi dertleriyle meşgul, benim hâlimi tam anlamadan “dayanabilirsin, başarabilirsin” deyip duruyorlar, ablamsa üniversiteye başlamış, bazen onun tuttuğu evde kalıyorum.
Sandviçlerimiz var. Gündüz okul kantinini işletenler, akşam yiyelim diye yatakhaneye her gün 100 tane falan sandviç getiriyor, tanesi 1 milyon liradan satıyor (bugünün 30 lirası falan, ucuz yani). Düz sandviç ekmeği içinde tek yaprak marul, ikiye bölünmüş tek dilim salam, biraz da kaşar var. Sabahları yemekhanedeki kahvaltıda alıp sakladığım küçük paket tereyağını dolabımdan alıyorum, televizyon odasının yanındaki küçük odadaki tost makinesinin önünde sıraya giriyorum. Herkes aynı tereyağından getirmiş, sırayla sandviçlerinin üzerine sürüp makineye basıyor, ısınınca alıyor. Benim tost olunca alıyorum, bazen televizyon odasında, bazen boş bir etüt odasında (ışığı da açmadan, karanlıkta) yiyorum.
Yatakhanedeki günlerimin tepe noktası, o tostu yediğim anlar. O kadarcık mutluluk kırıntısını idareli kullanmalıyım diye, ufak ufak ısırıklar alıyorum. İntiharı bile unutuyorum.
Şu son kısmı yazarken müthiş üzüldüm ama en çok da bu tosttan istedi canım. Elimde sandviç ekmeği de yok, marul da yok, salam da yok, kaşar da yok. Gidip alayım.