Geçimsizlik

DİKKAT: Bu yazı, Beyn'in "Arşiv" kategorisine aittir. Yazının arşivlenmiş olması, yazı içindeki bilgi ve görüşlerin artık önemsiz veya geçersiz olduğunu gösteriyor olabilir.

En acınası yanlarımdan biri olarak kabul ediyorum, geçimsizliği. Genel bir geçimsizlik değil, anlaşamadıklarım olsa da insanlarla genellikle iyi anlaşıyorum. Ama insanın annesiyle geçinememesi, acınası ve hatta lanet edilesi bir şey.

Öyle ara sıra tartışmaktan bahsetmiyorum. Kadıncağızla aynı ortamda bulunduğumuzda (ve hatta aynı ortamda bulunmadığımız telefon konuşmalarında bile) bir şekilde, bir noktadan sonra tartışıyoruz, kavga ediyoruz. İkimiz de çok sinirleniyoruz, ikimiz de çok üzülüyoruz. Ben onun damarına basmayı çok iyi biliyorum, o da benim damarıma basmayı çok iyi biliyor. Tartışma, atışmaya dönüştüğü noktadan itibaren birbirimize zarar veriyoruz. Düşünmeden.

Sonra da çok üzülüyoruz. Annemin düşündüklerini bilemem, ama çok üzüldüğünden eminim. Bense söylediğim bütün ağır sözler için, beni doğurup besleyen, beni ben yapan kadına öyle davrandığım için kahroluyorum. Genellikle kavganın bitişinden 15 dakika sonrasında geliyor bu hisler. Onu ne kadar üzdüğümü, kalbini ne kadar kırdığımı düşünüp, kendi bulunduğum ortamda ne yapacağımı bilmez halde hareket ediyor, kendimi o azaba teslim ediyorum.

Bu tartışmaların, kavgaların kökünde yatan sebebi çok düşündüm. Temelinde, benim İstanbul’dan İzmit’e dönüşüm (bkz: “Lise Hayatım” sonrasında yaşadığımız gerginlikler yatıyor olabilir. 1999 yılında yaşadığımız deprem olabilir. Ailenin 15 yıl sonra daha yeni yeni çıkmaya başladığı ekonomik krizin üzerimizdeki yükü olabilir. (Ki son kavgamız da yine parayla alakalıydı. Para yüzünden değildi ama parayla alakalıydı.)

Ama sebep ne olursa olsun, sonucu makul kılmıyor, “işte bu yüzden” diyebileceğim bir sebep olsa bile bu, kavgalarımızı rasyonelleştirmiyor. Kavga etmeye, birbirimize zarar vermeye devam ediyoruz.

Birkaç defa şunu düşündüm: Annemle geçinemiyorsam, annemle yaşadığımız her kavga bana ve daha da önemlisi ona zarar veriyorsa, onunla görüşmemek bir çözüm olabilir mi? Olabilir, ama bu herhalde yapacağım son şeylerden biri olurdu. Bunu ben de istemem, o da istemez. Birbirimize ne kadar zarar verirsek verelim, bir annenin çocuğundan veya bir insanın annesinden ayrı kalması, aklın alamayacağı kadar üzücü olurdu. Eksik bir hayat olurdu.

Peki, çözüm ne? Sabır ve tahammül, en makul ve en kolay çözüm gibi görünüyor. Ama şöyle bir sıkıntı var: Ben dünyanın en tahammülsüz insanıysam, annem de dünyanın en sabırsız insanıdır. Zaten sorunun özünde birbirimize, daha doğrusu çoğu zaman düştüğümüz görüş ayrılıkları sırasında birbirimizin düşüncelerine sabır gösterememek yatıyor. Onun “öyle” dediğine ben “böyle” diyorsam, konu ne olursa olsun kavga edebiliyoruz. Konu ne olursa olsun. Her konuda tartışmışlığımız var. Kimisi gerçekten önemli konular, kimisi–tabiri caizse–incir çekirdeğini doldurmayacak kadar önemsiz şeylerden çıktı. Kimisinde o beni çok üzdü, kimisinde ben onu çok üzdüm. (Bana hiç öyle dememiştir ama bir “hayırsız evlat” olarak benim onu daha çok üzdüğümü de biliyorum.)

Bir arkadaşım daha var, annesiyle bu kadar sorun yaşadığını bildiğim. Kusura bakmasın, benim bir gömlek üstüm o. Söylediğine göre ana-kız öyle kavgalar ediyorlar ki, benle annem o şekilde bir defa etmiş olsak bir daha birbirimizin yüzüne bakamayız. Üstelik o annesiyle yaşıyor, bana söylemiyor ama muhtemelen haftada birkaç defa bu şekilde kavga ediyor. Böyle düşününce benim annemle ortalama ayda bir defa kavga ediyor oluşumuz daha iyi gibi gözüküyor, ama değil. Birini bıçaklamak gibi düşünün: Birini defalarca bıçaklamak çok kötüyken, bir defa bıçaklamak “iyi” bir şey mi?

Çirkin benzetmeleri geçeyim, yazıyı bitireyim çünkü bir yere varamıyorum.

Sabır ve tahammül, kişilik özellikleriniz arasında yer almıyorsa, edinmesi çok ama çok zor yetenekler. Zorlamanız gerekiyor ve çoğu zaman zorlasanız da olmuyor. Sabırlı bir insan da sabır gösterirken zor durumda kalır ama sabırsız bir insanın sabır göstermeye çalışması, sütün kaynamasını beklemeye benziyor: O sütün kaynayacağını biliyorsunuz ve altındaki alev ne kadar harlıysa, o kadar hızlı kaynayıp taşmasını bekliyorsunuz. Yani sabır gösterirken bile, sabrın taşacağı zamana doğru ilerlediğinizi biliyorsunuz.

Tahammül de, aynı şekilde, doğuştan gelen bir yetenek değilse yapay bir tahammül hissini yaşıyorsunuz. Tahammüllü bir insan katlandığı şeye katlanmaya odaklanırken, tahammülsüz bir insan katlandığı şeye verdiği şansa odaklanıyor. Mesela tahammüllü bir insan ayak serçe parmağını masanın ayağına vurup dursa bile buna katlanabilirken, tahammülsüz bir insan üçüncü veya dördüncü seferden sonra masaya tekme tokat girişebilir. Öyle de manyak varlıklarız işte.

Çirkin benzetmeleri geçeyim dedim, saçma benzetmelere daldım. Sonuçlandırıyorum.

Annemle geçinebilmemiz için sanırım ikimizin de sabır gösterebilmesi ve tahammül edebilmesi gerekiyor. Sevgi konusunda sıkıntımız yok, birbimizi çok seviyoruz ve çok önemsiyoruz ama bu, birbirimize karşı sabırsız ve tahammülsüz oluşumuzu etkilemiyor. Yani ben annemi çok sevdiğim için daha tahammüllü davranamıyorum, annem de beni çok önemsediği için bana daha sabırlı davranamıyor. Sonuç olarak, ya bir şekilde sabır ve tahammül göstermenin yolunu bulacağız, ya da 9 yıldır olduğu gibi birbirimizden uzakta yaşayıp bir araya geldiğimizde birbirimize girmemek için dua edeceğiz.

Okura not: Yazmak, bazen insanı en çok rahatlatan şey olabiliyor. Bununla birlikte, düşüncelerinizi toparlayıp daha sağlıklı düşünebilmenizi de sağlıyor. Bu yazıya başlarken ağlak, depresif bir şekilde annemi ne kadar çok üzdüğümü, annemin de beni ne kadar çok üzdüğünü anlatmayı düşünüyordum. Yazdıkça yazı da değişti, düşüncelerim de değişti. “Sabır” ve “tahammül” anahtar kelimelerini keşfedip onun üzerinden gidince, bir sonuca varmayı başardım. (Şu anda yapmam gerekeni biliyorum: Sabrımın taşmasını beklemeden sabırlı olmayı, tahammül ettiğim şeye verdiğim şansların sayısını düşünmeden tahammüllü olmayı başarmalıyım.)

Siz de yazın. İyi oluyor, rahatlatıyor ve kafanızı toplamanıza yardım ediyor. İlla blog yazısı olarak yazmanıza gerek yok, bir Word belgesine veya boş bir kağıda içinizi dökebilirsiniz. Sonra ister yayınlarsınız, ister atarsınız; ister muhatabına gönderirsiniz, ister silersiniz. Yeter ki yazın, yeter ki düşünce hızıyla düşünmek yerine yazma hızıyla düşünecek kadar yavaşlayın.

Barış Ünver
27 Aralık 2015

Yazıyı beğendiniz mi? Beğendiyseniz, yeni yazılardan epostayla haberdar olmak için Beyn'in eposta abonesi olabilirsiniz.