Sıkıcı bir kitaptan muhteşem bir sayfa getirdim sizlere. Çok beğendiğim Domingo Yayınevi’nden çıkan, çok da beğenmediğim Transandans kitabından bahsediyorum. Kitabın ismini “Aşkınlık” olarak da çevirebilirlermiş; insanlığın “biyolojik sınırlarını aşarak” gezegenin baskın türü haline geldiğini inceliyor kitap. Neyse.
Kitabın seksen ikinci sayfası, şu cümleyle başlıyor:
“Kayaların yanına gitme, tehlikeli” uyarısını hatırlama—dolayısıyla hayatta kalma—ihtimalimiz, “Kuzenim bir gün şu kayaların yanında otururken, orada uyuyan bir aslan yüzünü parçaladı” sözlerini hatırlama ihtimalimizden düşüktür.
Yazıyı şu alıntıyla bıraksam yine beğenirdiniz, yalansa yalan deyin. Yazının başlığında sorduğum soruyu tek bir cümlede cevaplıyor kitap. Ama devam edelim, ana argümanı okuyalım:
Hikâyeler kültürel bellek bankası olarak işlev görür çünkü öyküleme, gerçeklere dayalı enformasyonu anlama, düzenleme, paylaşma ve depolamamıza yardımcı olan bağlamsal altyapıyı sağlar.
Nefis bir tanım. Birkaç ay önce yazdığım “Kurgu dışında kurgu” yazısında anlattıklarımla da az çok örtüşüyor.
Yukarıdaki iki cümleden oluşan paragraf, hikâyelere ve öykülemeye olan ihtiyacımızı öyle iyi anlatıyor ki, beni bırakın, kitabın yazarının (Gaia Vance) bile öykülemeyle ilgili bu bölümü bu iki cümleyle bitirmesi mümkünmüş. Ama yazar kendi argümanına ihanet edercesine devam ediyor:
Hikâyeler aracılığıyla aktarılan enformasyon çok daha fazla—bir çalışmaya göre 22 kat fazla—akılda kalır çünkü öyküleme beynin birden fazla bölgesini etkinleştirir. Gerçeklerden oluşan bir liste beynin sadece dil işleme alanlarını (sözcüklere anlam atfeden Broca ve Wernicke alanları) etkinleştirir. Oysa aynı enformasyon bir hikâyeyle aktarıldığında beynin öykülemeyle ilgili alanlarını da etkin kılar. Hikâyede zıplama ya da koşma anlatılıyorsa motor korteks, saten bir bluzdan bahsediliyorsa beynin duyusal kısmı etkin hale geçer. Beynimiz, öyküyü yaşıyormuşuz ve ilk elden tecrübe ediyormuşuz gibi tepki verir. Böylece hikâye anlatıcısı dinleyicilerin zihnine duygu, düşünce ve fikir ekerek onların da aynı olayları yaşıyormuş hissine kapılmasını sağlayabilir. Nitekim yapılan taramalar hikâye anlatıcısıyla dinleyicilerin beyinlerinin hikâye anlatımı sırasında senkronize olduğunu gösteriyor; nörologlar bu durumu “anlatıcı-dinleyici nöral kenetlenmesi” olarak tanımlıyorlar.
Uyanın, geldik. Şimdi kitabı neden çok da beğenmediğimi anladınız mı? Öykülemenin önemini kısacık bir örnekle öykülemeyi başarmışsın, üzerine argümanını yine tek cümlede aktarmışsın… eee, bilmem kimlerin çalışmasına atıf yapmana ne gerek var? Yapacaksan dipnot olarak, sonnot olarak yap işte kardeşim. Argümandan da koptum, konudan da koptum, kitaptan da koptum.
Neyse, sayfa şu cümleyle bitiyor, diğer sayfaya geçiyoruz:
Bir başka deyişle beynimiz dünyayı öyküleme yoluyla anlayacak şekilde evrim geçirdiği için olağanüstü güçlü kültürel araçlar olan hikâyeler, gen ile kültürün karşılıklı güçlendirici etkisiyle gelişmiş bir başka eş evrim örneğidir.
Küçükken Türkçe derslerinde yazdığımız kompozisyonları da böyle bitirirdik: Konu hakkında yazdıklarımızın üzerinden geçer, kısa bir özet yazıp “bitirdim hocam” derdik. Halbuki şu “özetin”, ikinci cümlede verilen argümandan anlamca pek bir farkı yok—dolayısıyla bu cümleye ihtiyaç da yok.
Unutmadan, kendi argümanıma da geleyim: Hikâyeler, en iyi toplum mühendisliği araçlarından biridir.
Hayat, özellikle bizim hayatımız, kötülüklerle dolu. Her türlü değerin istismarından tutun, dezavantajlı toplulukların gördüğü zulme, vasatlığın övülmesinden “globalist bireyselciliğe” kadar bin tane derdimiz var. Ama tutup “Siyasal İslam hem siyasete, hem İslam’a zarar verir!” dediğimizde alay konusu oluyoruz veya “Kurallar sana işlemiyormuş gibi bencilce davranırsan sen rahat edersin ama toplum çöker!” diye haykırmamız bir işe yaramıyor.
Diğer yandan, bu argümanlarımızı iyi bir şekilde öykülediğimizde, muhatabımızı bu argümanlara götürecek hikâyeler anlattığımızda, onların beyinlerinde birden fazla kısmı çalıştırıyoruz. “İyi öykülemeyi” geçtim, hikâyemizi kötü anlatsak bile argümanı direkt olarak vermekten daha fazla işe yarıyor. Gaia Vance’in alıntıladığı çalışma da bunu ispatlıyor.
Bunun da ötesinde, öykülemeyi muhatabımızın ağzından veya bakış açısından yapabilirsek, muhatabımız o hikâyeyi daha kolay anlamakla kalmıyor, aynı zamanda özümsüyor, benimsiyor. Elbette bunu yapabilmek için muhatabın bakış açısına geçebilmemiz gerekiyor; muhataba tepeden bakarak, onu ve/veya bakış açısını hor görerek onun özümseyebileceği bir hikâye oluşturmak mümkün değil.
Demem o ki, birinin kafasına bir şey sokacaksanız iki şey yapmanız gerekiyor:
- Muhatabınızın bakış açısından bakmayı öğreneceksiniz.
- O bakış açısıyla ve kendi argümanınızla bir hikâye yazacaksınız.
Bitirdim hocam.