Sarhoşum efendim. Arkadaşlarla içmeden dönmek üzere metroya bineceğim. Hoşlanıp hoşlanmamak arasında kaldığım kızın tupturuncu, güzel saçlarını görüyorum ve beynim döne döne arkasından yaklaşıyorum. Kızmadığı için istediğim şekilde, şaka manalı bir sarkıntılıkla selamlıyorum. Sarılıyoruz birbirimize. Sarılırken yanlışlıkla (gerçekten yanlışlıkla) dudaklarımız birbirine değiyor. Metroya biniyoruz.
O da üç bira içmiş. Ben iki bira ve iki votkayla en sevdiğim sarhoşluk safhasındayım: çakırkeyiflik ile sarhoşluk arası. Tamamen anlamsız şeylerden konuşuyoruz. Karşımızdaki iki çocuk, çocuk olmalarına rağmen bizim tipimizle dalga geçercesine gülüyor bize. Sallamıyoruz.
Bir yurtta misafir öğrenci olarak kalacakmış, zira Turuncu başka bir şehirde yaşıyor. Üniversite eğitimi için Ankara’da. Dejavudan faydalanıp, daha önceki bir ayılığımı telafi etmeye çalışmak istiyorum ve bu sefer “Beni yurda bırakır mısın?” sözünü duymak yerine “Seni yurda bırakayım mı?” diyorum. Olumlu yanıt alıp hafif yalpalamalar eşliğinde geçiyoruz Beştepe Alt Geçidi’nden.
Patikamsı bir yokuştan çıkarken cazip bir teklif geliyor: “Şuraya, çimlere oturalım mı?” diyor Turuncu. Oturuyoruz. Hatta uzanıyoruz ve yıldızları izliyoruz bir süre. O sırada düşünüyorum: Olacak mı lan? Veya olmalı mı? Ciddi ciddi edebiyat yapıyorum kendi içimde. Kafam da acayip…
Yakınlaşma sürüyor, fakat inanılmaz yavaş. Yaptığım şeyi zaten eşzamanlı olarak sorguladığımdan kendimi tamamen romantizme veremiyorum. Zaten ortam da çok romantik değil: otoyol manzaralı bir patika. Çimlerdeki dikenler kıçımıza başımıza batıyor. Ben de Turuncu‘yla havadan sudan bahsetmeye çalışıyorum – ne de olsa bu tarz duygusal mevzularda tecrübem az ve bırakın konuşmayı, elimi nereye koyacağımı bile bilmiyorum. Sonra bi’ bakıyorum; kafası omzumda, benim kafam onun kafasına yaslanmış, dört kol iki vücudun etrafında, otoyolu seyrediyoruz. Otoyolu denize, arabaları balıklara benzeterek ortama zorla romantizm katıyoruz.
Sonrasını çok iyi hatırlamıyorum. Adrenalin olabilir, alkol olabilir… Bir şeyler hatırlamamı engelliyor. Hatırlayamadığım kısmın ardından dudaklarımdan öpülürken yakalıyorum kendimi. Öpüşmeyi bilmiyorum ki? Onun yaptıklarını taklit ediyorum. Oluyor gibi. İçimde ufak bir mutluluk duygusu var. Onu öperken, o da beni öperken, aklımdan geçen tek düşünce: “Oluyo’ lan!”
Öpüşme faslına ara veriyoruz. Mutlu gibiyim. Ona dönüyorum, “Turuncu,” diyorum, “ben bir şey bilmiyorum.” diyorum. Tahmin ettiğim gibi anlamıyor – amacım da bu zaten: Karşımdakine, onun anlayamayacağı bir giriş cümlesi kullanmak, ardından da meramımı anlatmak daha etkili oluyor. “Ben hiç ilişki yaşamadım hayatımda.” diyorum. Yalan. Bir ilişkim olmuştu, 1 ay boyunca MSN üzerinde süren yalan bir ilişki – ilişki bile denemez. Sonra kendi kendimi tekzip etme adına bunu da anlatıyorum – maksat dürüst olmak. Sonra öpüşmeye biraz daha devam ediyoruz.
Biraz ayılmış gibiyim ki, sanırım bu yüzden onu yurda götürmek için ayağa kalkıyorum, onu da kaldırıyorum. Yurda doğru yürüyüş kısmı sessiz. Elini tutuyorum, bakışıyoruz, “Acayip oldu böyle yav, ehehe!” diye bir espri yapıyorum. “Aynen ya.” diye karşılık veriyor ve anlıyorum, memnun bir şekilde elini bırakıyorum. Artık sarhoşlukla çakırkeyiflik arasındaki değil, çakırkeyiflikle ayıklık arasındaki safhadayım.
Az önceki muhabbetten sonra yolun geri kalanı korkutucu bir sessizlik içinde, ama ben bu sessizlikten yine de memnunum. Dudağımın kenarında hala onun kokusunu hissediyorum. Hoşuma da gidiyor – ilk öpücük sonuçta! Turuncu, “Buradan sonrasını yürüme istersen, uzun.” diyor. Kabul edip iki yanağından öpüyorum (niyeyse). Mırıldanarak “İğeceler.” diyorum. Sarhoşluktan değil de utançtan, böylesine bozuk bir “İyi geceler.” çıkıyor ağzımdan. Ve arkamı dönüp gidiyorum.
İşin kötüsü, ben bu kızdan hoşlanıp hoşlanmadığımı bilmiyorum.