Bu yazıda değişik bir şey deneyeceğim: Yaşlı insanlar gibi konudan konuya atlayacağım. Her paragrafta, bir önceki paragrafta geçen ama paragrafla alakasız bir konuya geçeceğim ve yeni bir paragraf yazacağım. Çünkü bazen Beyn’e yazacak yazı konusu sıkıntısı çekiyorum. Bir paragrafın diğeriyle ilgisi olmayacak. Nasıl bir yazı çıkacağı konusunda hiçbir fikrim yok ama çok eğleneceğim kesin.
“Beyn” ismini nasıl türettiğimi anlatmış mıydım? 2006 yılında blogumu açacağım zamanlarda televizyonda Pınar’ın reklamları oynuyordu. Kukla karakterlerden birinin de adı Beyn’di, hatırlarsınız. Beyn’i ilk açtığım zaman oradan esinlenip blogumun ismini “Kommix’in Beyn’i” koymuştum. (“Kommix”, o zamanlarda kullandığım ve o zamanlarda tiksinmeye başladığım rumuzumdu.) İlk önce WordPress.com’da açtığım blogumu ilk önce ücretsiz bir site barındırma hizmetine taşımıştım. Sonra o site bir saldırı alınca güç-bela oradaki verilerimi kurtarıp ücretli bir yere taşımıştım. Alan adı olarak da (“Kommix” rumuzuna iyice gıcık olduğum için) Beyn.org’u seçmiştim. (Anlatmışım.)
Sitelere saldırmak kötü bir şey. Haneye tecavüz gibi, hırsızlık gibi… hatta terörizmle bile bağdaştırılabilir. Bir başkasının evine girmek “haneye tecavüz”se, bir başkasının evindeki değerli eşyaları çalmak “hırsızlık”sa, bir başkasının evini yıkmak için “terörizm” tabiri kullanılabiliyorsa, aynı şeyler internet sitelerine saldıranlar için geçerli olamaz mı? Onlar da giriyor, onlar da çalıyor, onlar da yıkıyor.
Teknik olarak terörizm, “düşük yoğunluklu savaş”tır. Dağdaki it gelir, bizim polise, askere sataşır. Canı isterse şehre iner, bomba atar. Sonra kaçar. Lan hayvan, madem savaşacaksın, niye kaçıyorsun? Aslanlar gibi dövüşeceğine fare gibi kaçmanın anlamı ne? Sırf bu yüzden saygı da duymam ben böyle düşmana.
Fareler de çok komik hayvanlar ama insanın fareye olan tepkisi daha komik. O zaten seni görünce kaçıyor, sen niye ondan kaçıyorsun be? Ufacık hayvan, senin karşında hiçbir şansı yok. En kötü, hastalık falan bulaştırır. Fareleri hayatımızdan uzak tutalım, ona bir şey dediğim yok ama korkmanın bir yeri yok.
Bir ara “En kötü hastalık hangisidir acaba?” diye düşündüm ama şu sonuca vardım: Hastalığın her çeşidi kötü. Kan kanseri de kötü, prostat da kötü, migren de kötü, grip de kötü, mide bulantısı da kötü… Vücudumuzun farklı yerlerini etkilediği için hangisinin daha kötü olduğunu belirlemek bana pek mantıklı gelmemeye başladı. Sağlıksızlığın kendisi kötü. Gazın olsa da ölüp kurtulmak istersin, AIDS’li olsan da.
Sağlık da tek başına önemli değil ve en önemli şey de değil. Sağlık kadar sosyal çevre de önemli, duygusal hayat da önemli, paran olması da önemli… Bak bunu yıllardır düşünüyorum mesela. Ve 2011 yılına kadar üç şeyi, “sağlık, aşk ve para”yı önemserken 2011 yılında buna “sosyal çevre”yi de ekledim. Çünkü sağlıklı ve zenginken arkadaşının, sevgilinin olmamasının güzel bir yanı yok; zengin ve aşıkken, çevrende onca dostun varken hasta olmak güzel değil; arkadaşların ve eşin yanındayken ve sağlıklıyken fakir olmak hoş değil…
Zenginlikten bahsettiğim iyi oldu. Şu düşünceyi nereden edindiğimi hatırlamıyorum ama fena halde benimsiyorum: Kişi kendi zenginliğini, ihtiyacına göre belirlemeli, varlıklarına göre değil. Eğer senin her yıl 1 milyon liraya ihtiyacın oluyorsa ve her yıl 1 milyon lira kazanıyorsan sen zengin değilsin ama senin ayda 500 lira harcaman varsa ve sen 1000 lira kazanıyorsan, sen zengin bir adamsın kardeşim. Lüks işlerde gözün yoksa, lüksüne düşkün bir adama göre daha az şeye ihtiyacın oluyorsa, sen o adamdan daha zenginsin kardeşim. Harcayamayacağın kadar paran olması değil, harcama ihtiyacı hissetmemen olmalı, senin zenginlik kriterin. Ama sağ olsun kapitalizmle yönetilen ülkemiz ve dünyamızda “tüketim çılgınlığı” kavramı yüzünden, on binlerce lira kredi kartı borcu olup da iPad’iyle kafelerde hava yapan 30 yaşındaki kadın, o kafenin sahibi olan, sade hayatından memnun olan 30 yaşındaki kadından daha zengin duruyor.
Tüketim çılgınlığı 2000’li yıllarda çağ atladı. Eskiden lüks olan şeyler artık “ihtiyaç” olarak sunulabiliyor. Bu dönüşümün doğru kısımları da var; örneğin eskiden bilgisayar kullanmak bir lüksken şimdi gerçekten iletişim açısından bir ihtiyaç haline geldi. Ama normal bir televizyon yeterliyken artık LED TV’lere “ihtiyaç duyan” ev sakinleri var. Benim gibi gençler tablet bilgisayarlara “ihtiyaç duyuyor”, mini dizüstüler daha işlevli ve dört-beş kat daha ucuzken. Lükslerin ihtiyaca dönüşmesinden kastım da bu zaten: Aslında onlar hala “lüks” kategorisindeler ama “ihtiyaç” gibi tanıtılıyorlar, reklamlar o şekilde yapılıyor. Araba reklamında “Niye istiyorsunuz bu arabayı? Aileniz için mi, uzun yollar için mi, şunun-bunun için mi?” diyen adama “Hayır. Sadece istiyorum!” diyen karizmatik adamların devrindeyiz ve bu durumla, 70’li yıllardaki kıyafetlerle dalga geçtiğimiz gibi dalga geçeceğimiz zamanları bekliyorum ben.
Reklamlar deyince aklıma geldi: Son zamanlarda niye hiç akıllıca reklam videoları çıkmıyor piyasaya? Eskiden çok iyi reklamlar çekilirdi; tekrar tekrar izleyesi gelirdi insanın. Şimdi bir-iki ünlü koyuyorlar, varsa bir cıvık espriyle, olmazsa da ünlünün karizmatik ve/veya seksi bakışlarıyla ürünü kafamıza sokmaya çalışıyorlar. İşin kötüsü, bu reklamlar da birçok kişinin aklında kalıyor. Reklamcılar alınmasın ama TV reklam videolarında yaratıcılık bitmiş.
Bitmiş demişken: Yazı da bitti.