Memleketi kötüleme hastalığı ve tedavisi

Genç Mustafa, Şehr-i İstanbul’un boğazında sigarasını tüttürdü. Sigaranın aromalı ithal tütünü, ciğerlerini bayram ettiriyordu ama bundan keyif alacağı yerde, demirlemiş yabancı savaş gemilerine bakıyordu Mustafa. Morali bozuktu: Osmanlı Devleti çöküşteydi; hem askerî hem siyasî açıdan yedi düvel tepemize çökmek, ülkeyi bin parçaya bölmek üzereyken, devleti yönettiği sanılan beceriksizler o yedi düvelden aman diliyor, ülkeyi onlara teslim ediyordu. Memleketin bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmişti.

Sigarasından son bir nefes aldı, izmariti bir fiskeyle denize atarken şöyle dedi: “Bu ülkede yaşanmaz yeeeaaa. Ben Evropa’ya gidijem yeeeaaa.”

Kızdınız mı? Güzel. O hikâyeye geri döneceğim. Önce Twitter’da karşıma çıkan üç tweet’i göstereceğim.

Türkiye’de kışlar nasıl geçer?

İlk tweet’te, sanırım sahibi Türk olan bir hesap, “Winter in Switzerland” yazılı dört tane fotoğraf paylaşmış:

Gerçekten çok güzel fotoğraflar. Gördükten sonra ben de imrenerek baktım, gıpta ettim. Ama altına gelen şu tweet’i görünce kelimenin tam anlamıyla sinir oldum:

(Tweet’i yazan “Arzu”, daha sonra hesabını kapattığı için tweet de silinmiş.)

Tam da öfkeyle yaptığı şeyin İngilizce karşılığının “cherrypicking/cımbızlama” olduğunu söyleyerek bir Twitter atışması başlatma niyetindeydim ki, “Arzu”nun tweet’inin altına gelen bir yanıtı gördüm:

Açık konuşayım: Bu sefer de kelimenin tam anlamıyla içimin yağları eridi. Yarım kilo falan vermişimdir. (Evet, bunu da “cımbızlama” olarak düşünebiliriz ama bunu ve önceki tweet’i gördüğümüz gibi en baştaki İsviçre tweet’ine de aynı şekilde “cımbızlama” diyebileceğimizi unutmayalım.)

İşin hem güzel, hem de acıklı tarafı, “Arzu”ya yanıt veren kişinin, Türkiye’de okuyan bir yabancı oluşu. Memleketimizin güzelliklerini gören bir yabancı, memleketimizin yalnızca kötü taraflarını görmeye odaklı bir “Arzu”ya memleketimizin güzelliklerini göstermeye çalışıyor. Tweet’lerini ve hesabını sildiği için göremiyoruz ama sanırım “Arzu”, Večernica’nın kendisini hafiften morartmasına bozulup cevaplar vermiş, sonra da gayet kibar cevaplar almış:

Keşke ben de böyle durumlarda Večernica kadar sakin kalabilsem.

Bir refleks olarak “özkaralama”

Twitter’da olduğu gibi Facebook’ta, Ekşi’de, Instagram’da ve daha pek çok sosyal ağ & internet sitesinde, yukarıdaki örneğin “Arzu”lu kısmı gibi binlerce, on binlerce örnek bulmak mümkün. Hattâ şimdi kaynağını nereden bulacağımı bilemediğim bir örnek daha aktarayım: Ekşi’de “komşusuna tecavüz edip onu öldüren adam” gibi bir başlık vardı, olay Avrupa’da bir ülkede geçiyordu. Altına girilen ikinci veya üçüncü entry’de “Türkiye’de olsaydı tecavüz edip öldürdüğü komşusunu bir de yerdi. Biz dünyanın bok çukuruyuz.” tadında bir şeyler yazılmıştı. Başlığın en çok beğenilen entry’si buydu diye hatırlıyorum. (Bu anlattığım şey inandırıcı gelmediyse, Ekşi’de bu tip insanların yazmayı çok sevdiği “Türkiye’den s…r olup gitmek” başlığına bir uğrasın.)

Kabul ediyorum, artık gayrıihtiyari bir şekilde kendimizi, milletimizi, vatanımızı, “hükümet” demiyorum, devletimizi karalamaya alıştık. Bu kadar ahkâm kesmeme rağmen benim bile ara sıra bu haltı yediğimi görebilir, okuyabilirsiniz. (Elbette bu konuda dikkatli olmaya çalışıyorum, herkesi de dikkatli olmaya davet ediyorum.) Alt başlıkta yazdığım gibi, refleks oldu artık bu. Bunun birden fazla sebebi var:

Vatanseverliği kötü bir şey olarak kabul ettik: Hem dünya çapında yükselen kutuplaştırma siyasetinin, hem de küreselleşmenin yan etkilerinden biri olan “bireyselleşme” hevesinin bir meyvesi, vatanseverliğin bir anlamda modasının geçmesi oldu. “Millî değerlere değer vermek” diye özetleyebileceğimiz “milliyetçilik” kavramı, o kavramı sahiplenen siyasi partiler onu “ırkçılık” ile özdeşleştirdiği için zaten bozulmuştu. 2000’li yıllarda da hem neoliberal, hem de muhafakazâr kitleler, “vatanseverlik” kavramını negatifleştirmek için, onun kadar pozitif duygular uyandırmayan “ulusalcılık” kelimesini uydurdu ve bu kelime çok tutuldu. Sorsanız “vatanseverlik” ile “ulusalcılık” arasındaki nüansları açıklamaya çalışacak insanlar bulabiliriz ama onlar bile, eğer vatanseverliğin kendisine bir alerjisi varsa, bu iki kelimeyi eş anlamlıymış gibi kullanmaktan çekinmeyecektir. Vatanseverlik diye tanımlanabilecek herhangi bir düşünce veya eylemi “ulusalcılık” diye paketleyip kötülemek mümkün.

Negatif haber daha çok satıyor: Ben küçükken gazetelerde, dergilerde veya 56K modemle girilen internet sitelerinde, e-posta gruplarında “Yurdum İnsanı” fotoğrafları paylaşılırdı ama bunlar marjinal örneklerdi. İnternet büyüdükçe, iletişim hızlandıkça bu “yurdum insanı” şapşallıkları hafif gelmeye başladı ve gittikçe daha ağır, daha kötü örnekleri okumaya, izlemeye başladık. Bununla birlikte, takdir edersiniz ki, “Mahalleli tek çocuklu, engelli dul kadına sahip çıktı” başlıklı bir haber 10 bin defa okunursa, “Mahalleli tek çocuklu, engelli dul kadına sırayla tecavüz etti” başlıklı bir haber 100 bin defa okunur; negatif duyguları harekete geçiren yazıların daha çok okunup paylaşılması maalesef dünyanın her yerinde böyledir. (Negatif içerik hakkında yazacak daha çok şeyim var–belki bundan ayrı bir yazı bile çıkar–ama son olarak şu soruyu sorup paragrafı kapatayım: Sizce bir sokak röportajında izlediğimiz X adet utanç verici tip yanında, “normal” konuştuğu için videoya girmeyen kaç X kişi vardır?)

Ayrışmaya alıştık: Kendimiz gibi olmayana temkinli yaklaşmaktan tutun, açıkça tiksinmeye kadar pek çok farklı seviyede ayrışmayı, bölünmeyi alışkanlık (hattâ bağımlılık) hâline getirdik. Kimisi kendi ırkından olmayanı, kimisi kendi partisinden olmayanı, kimisi kendisiyle aynı cinsel yönelime sahip olmayanı, kimisi kendi tuttuğu takımı tutmayanı, kimisi kendisiyle aynı inancı paylaşmayanı (veya herhangi bir inancı olanı) karalamayı seçiyor. Kendi değerlerimizden farklı değerlerden ve o değerlere sahip herkesten tiksinmek kadar saçma bir şey yok ama hepimiz bu konuda suçluyuz.

Bunun gibi başka argümanlar da bulabilir, üzerine konuşabilirim ama yazıyı uzatmaktan başka bir işe yaramaz. Neticede, bu refleksi belki “aşağılık kompleksi” olarak da açıklayabiliriz ama ben bu refleks için “özkaralama” diye bir kelime uydurdum. “Özeleştiri” haklı gerekçelerle ve yapıcı bir şekilde yapılabilirken, “özkaralama” eyleminin haklı bir tarafı yok.

(Kötü bir kelime türetme girişimi oldu. Asla tutmayacak. Salak Barış. Beş para etmezsin Barış.)

Sonuç: Atatürk, Avrupa’ya göçse ne olurdu?

En başta yazdığım kısa hikâyeye dönelim: Atatürk, “Atatürk” olmadan bu ülkeden göçse, bugünün tabiriyle kapağı Avrupa’ya atsa ne olurdu? En başta, bu dünyaya gelen en zeki insanlardan birinin kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’ni asla göremeyebilirdik. Genç Mustafa belki Avrupa’da çok iyi bir diplomat olurdu, belki de kitaplarını okuyacağımız harika bir filozof olurdu. Ve yine belki bu millet yine bir şekilde kurtulurdu ama çökertilen büyük Osmanlı Devleti’nin küllerinden doğan o ülkenin temelleri, Atatürk’ün kurduğu temeller kadar sağlam olmaz ve bugüne kalmadan yıkılırdı.

“Atatürk bu dünyanın en zeki insanlarından biriydi.” derken bunu inançla, güvençle söylüyorum çünkü bizim gibi ipe sapa gelmez, kolaycı bir genç olsaydı, “Osmanlı’dan s…r olup gitmeyi” düşlerdi. O bu ülkeye, bu millete güvenmeyi seçti ve bugün bütün uğraşlara rağmen çentik bile atılamayan sapasağlam bir miras bıraktı bize.

Türk milleti çalışkandır. Türk milleti zekidir. Negatif örnekler gördükçe, pozitif veya nötr örneklerin daha fazla olduğu için negatiflerin dikkat çektiğini ve çok oldukları için değil, negatif oldukları için paylaşıldığını hatırlayın. Bu ülkenin iyi insanlarına, güzel akıllarına güvenin. Sevgiler.

Ana görselin kaynağı: https://www.pexels.com/photo/selective-focus-of-turkish-teacup-filled-with-tea-1493079/

Barış Ünver
01 Mart 2021

Yazıyı beğendiniz mi? Beğendiyseniz, yeni yazılardan epostayla haberdar olmak için Beyn'in eposta abonesi olabilirsiniz.