En başından söyleyeyim:
- Bu yazıda soracağım sorular, cevaplarını gerçekten aradığım sorular. Yorum bölgesi tüm AKP üyelerine ve seçmenine açıktır.
- Bu yazıda soracağım sorular, düşmanca sorular değil. Bu yüzden gelen yorumları seçerken de beni düşman olarak görenleri eleyeceğim, açıkça söyleyeyim.
- Bu yazıda soracağım sorulara yanıt vermek isteyen bir AKP üyesinin Beyn’e yazacağı, “Darbe Girişimi Sonrası AK Parti’den Cevaplar” gibi bir “karşılık yazısı”nı yayınlamaya hazırım, yine düşmanca olmaması kaydıyla. Bu açık çek, AKP seçmeni için olmasa da bir AKP yetkilisi (bir milletvekili, bir bakan, Başbakan ve hatta teknik olarak AKP’li olmasa da Recep Tayyip Erdoğan) için geçerlidir.
- Yazıdaki sitemkâr tondaki cümleleri düşmanlık olarak algılanmaması, yazının yazarının vatansever (ve muhalif) bir Türk genci olduğunun akılda bulundurulmasını dilerim.
Bu konularda anlaştıysak, sorularıma başlıyorum. Az soru soracağım. Amacım düşmanlık değil. Öfkenize değil, vicdanınıza hitap etmek istiyorum.
Birinci Soru
Son birkaç yıl dışında, AKP ve Fethullah Gülen Cemaati’nin kol kola, iç içe olduğu gerçeğini kimse inkâr etmez diye tahmin ediyorum. Recep Tayyip Erdoğan başta olmak üzere, AKP’nin tüm üst düzey yetkilileri vaktiyle FETÖ üyeleri ve elebaşı ile sıkı fıkıydı.
Ama şu dönemde FETÖ’nün iç yüzünü tanıyan AKP’nin “kandırıldık” temalı açıklamalarını yeterli bulmasam da, samimi buluyorum. Yine de bir hatanın kabul edilmiş olması, hataya sebep olanların sorumluluktan kurtulması anlamına gelmez. Türkiye Cumhuriyeti’nde bir hatanın yaptırımı konusunda son pişmanlık zaman zaman fayda etse de, yaptırımı engellememeli.
Sorum şudur: AKP’liler, 10 yıldan uzun bir süre boyunca devam eden iktidar sürecinde FETÖ yapılanmasının devletin tüm kademelerine sızması ve hatta bizzat AKP’lilerin yardımıyla yerleştirilmesi konusunda, kendi içinde bir yaptırıma gidecek mi? FETÖ’cü olmamasına karşın FETÖ’nün devlet kademelerine yerleştirilmesini sağlayanlar cezalandırılacak mı?
(En baştan en sert soruyu sorduğum için özür diliyorum, ancak şeytanın kendisiyle iş birliği yapmanın da bir yaptırımı olmalı. Ve bu yaptırım dışarıdan gelmemeli; şeytanla iş birliği yapanlar bu cezayı kendi içlerinde, içtenlikle ve etkili bir biçimde halletmeli.)
İkinci Soru
Başta (üyesi olduğum partim) CHP ve MHP olmak üzere bu ülkenin Atatürkçü ve vatansever kitlesi olarak, en başından beri Fethullah Gülen Cemaati’ne karşıydı. Birine isim takmak övünülecek bir şey mi bilmem, ama “Feto” ismini icat eden bizdik. Halbuki o zamanlar biz “Feto” derken, AKP’liler “Ağzını topla, ‘Fethullah Gülen Hocaefendi Hazretleri’ diyeceksin!” derdi.
Keser döndü, sap döndü; gün geldi, hesap döndü. AKP’lilerin cenahında “Fethullah Gülen Hocaefendi Hazretleri” önce “Fethullah Gülen” oldu, sonra “Fetullah” oldu, sonra “Feto” ve “FETÖ” oldu, hatta “Fettoş” oldu. AKP’nin iktidar olduğu Türkiye Cumhuriyeti devletine yapılan darbeyi Hulusi Akar o gün öğrendi, Hakan Fidan ise Cumhurbaşkanı’na haber bile vermedi. Devletin bekasını bir kez daha belirleyen, Türkiye Cumhuriyeti devletini koruyan ise yine ordu içinde bu Fethullahçı darbeye karşı çıkan Atatürkçü askerler oldu. Yıllarca AKP ve FETÖ’nün ordudan atmaya çalıştığı “Kemalist kanat” öylesine etkili oldu ki; darbe iftiralarıyla açılan Ergenekon ve Balyoz davaları yüzünden yıllarca tutuklu kalan, görevlerinden ayrılmak zorunda kalan Atatürkçü askerler “acil görev” koduyla görevlerinin başına döndüler veya dönüyorlar.
Sorum şudur: Atatürkçülerin güce değil, ülkenin bekasına duyduğu sevgi anlaşıldı mı, ve bu ülkenin temelini oluşturan duygu ve düşüncelerin temsilcilerinin, bu ülkenin temelini korumaya devam edeceği kabul edilecek mi?
(Özür falan beklemiyorum açıkçası; özür bazı kişilerin fıtratında yok, biliyorum. Kemalistler arasında elindeki güçle yozlaşmış kesim de zamanında halkın bir kesimini dışlayıp, hor gördüğü için halkın o kesiminin Kemalistlerden özür dilemek zorunda olduğunu bile düşünmüyorum. Ama bu darbe girişiminin “vatansever” ve “güçsever” arasındaki ayrımı kesin bir biçimde yaptığını da görmek, ve Atatürkçü kesimin hakkını her şekilde teslim etmek lazım.)
Üçüncü Soru
Darbe girişiminin olduğu akşam başlayan ve bugünlerde yeni yeni azalan bir “kutlama” dalgası vardı, her akşam. 250’ye yakın şehit vermemize rağmen yapılan bu kutlamaları bir anlamda doğru bulabilirim çünkü bir darbe girişimini önlemek, bu yolda verilen canlara rağmen mutluluk gerektirir, kutlama gerektirir.
Ama o kutlamalarda bazı gariplikler ve hatta çirkinlikler ortaya çıktı. En dikkat çeken üç çirkinlik şuydu:
- Kutlamaların “milletçe darbeyi önledik” kafasından “Ak Parti olarak milletin en güçlü kesimi ve tek temsilcileri biziz” kafasına dönüşmesi.
- Güya dini bütün insanların bir kez daha şeytan tarafından ele geçirilip şortlu, etekli kadınları rahatsız etmesi, taciz etmesi ve “kendilerinden olmayan” herkese saldırganca davranması.
- Yurt genelinde bazı polislerin temel hak ve özgürlükleri bireysel olarak askıya alabileceğini düşünmeleri ve istedikleri kişileri durdurup zorla telefonlarını karıştırmaları, o insanları küçük düşürmeleri.
OHAL ilanından sonra FETÖ’nün Türkiye’den temizlenmesi, o iğrenç cemaatin bu dünyadan silinmesi için atılacak adımlara, yapılacak girişimlere karşı çıkmam ama bunlar yapılırken vatandaşların rahatsız edilmemesi ve güç zehirlenmesiyle “ben her şeyi yaparım” kafasının yerleşmemesi çok önemli.
Sorum şudur: FETÖ denen vatan haini oluşum bu ülkeden temizlenirken, muhalif olsa da vatanını canından çok seven vatandaşlar da arada kaynayacak mı; bu operasyonlar bir “cadı avı”na dönüşecek mi, ülkede herkes AKP’li olana kadar operasyonlar sürecek mi?
(“Güç, yozlaştırır; mutlak güç ise mutlaka yozlaştırır.” diye bir laf var, John Dalberg-Acton diye bir tarihçi söylemiş. Bir yere yazıp, her zaman görebileceğimiz bir yere asmak gerek.)
Dördüncü Soru
Benim de en başta şüphelendiğim bir “tiyatro teorisi” vardı, şu an o teoriden bütünüyle vazgeçmiş durumdayım.
Peki, o teoriyi besleyen en önemli argümanlar ne üzerineydi, biliyor musunuz? AKP’nin bu darbe girişiminden hemen sonra bir erken seçim veya bir Anayasa değişikliği referandumuna gitmesiydi. Recep Tayyip Erdoğan’ın, darbe girişiminin hemen ertesinde yapacak açıklama kalmamış gibi “Topçu Kışlası’nı isteseniz de istemeseniz de yapacağız!” diye bağırması, 15 yıldır belki de ilk defa bu kadar büyüyen “birlik ve beraberlik” ruhunu tek cümleyle bozmaya kalkışması da bu teoriye destek oldu. Neyse ki, Erdoğan’ın gücü o birlik ruhunu bozmaya yetmedi, gündemi (haliyle) değiştiremedi ki, yarın Taksim Meydanı’nda parti gözetmeksizin tüm Türkiye birliğini, beraberliğini bir kez daha gösterecek.
Ama Erdoğan’ın “başkanlık sistemi” hayalinden vazgeçmediğini, muhtemelen hiçbir zaman vazgeçmeyeceğini de biliyoruz. Şimdiye kadar hiçbir seçimi kaybetmemesinin özgüveniyle Recep Tayyip Erdoğan, kendine göre yonttuğu bir “başkanlık sistemi” projesini hayata geçirmeye çalışacak.
Sorum şudur: Darbe girişimi bahane edilerek erken seçim veya başkanlık sistemi referandumu konularında bir adım mı atılacak, yoksa “Erdoğan usulü başkanlık sistemi” veya “partili cumhurbaşkanlığı” gibi kuvvetler ayrılığına aykırı hedeflerden vazgeçilip, bireysel ve grupsal hırslara bağışıklık kazandırma amaçlı sistem güçlendirmeleri mi yapılacak?
(AKP’li yetkililerin neredeyse her haltı “başkanlık sistemi olmadığı için böyle oldu” diye yorumladığı bilinen bir şey. Aslında ülkenin belli bir kesime veya bir ideolojiye dayanmadan yürümesini sağlayan kısıtlamalar hep bu tarz yorumlarla eleştirildi, “mutlak güce” ihtiyaç her zaman dile getirildi. Halbuki görüyoruz ki, mutlak güce sahip olanlar da içeriden çürütülebiliyor, içeriden vurulabiliyor. Benim temennim, “Erdoğan usulü başkanlık sistemi” hayalinden bir an önce vazgeçilmesidir zira o sistem hayata geçtikten sonra, o güç yine başkasının eline geçebilir.)
Beşinci Soru
Atatürk, öngörülü bir insandı. Düşünün, öyle bir öngörü ki, bugünlerde yaşadığımız pislikleri tahmin ederek kurduğu ülkenin temeline “laiklik” gibi bir ilke yerleştirmiştir. Ne yazık ki onun mirasına sahip çıkanlar da, karşı çıkanlar da büyük ölçüde bu “laiklik” ilkesini yanlış anlamışlardır (bkz: “Atatürk’ten iki cümleyle laikliğin açıklaması“) ve bu yüzden laiklik ilkesi bir kesim tarafından nefretle karşılanmıştır.
Halbuki laiklik, sanıldığı gibi “dini dışlamak” anlamına gelen bir ilke değildir. Tam tersi, İslam dinine verdiği değerden ötürü laiklik ilkesini şiar edinmiştir Atatürk. Tekke ve zaviyelerin kapatılması, halifeliğin kaldırılması, 1924’te Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kurulması ve “din ve devlet işlerinin ayrılması” gibi eylemler, Atatürk’ün İslam’a duyduğu güçlü inanç sayesinde yapılmıştır. (Konuyla ilgili dev gibi bir kitap okumak isterseniz, Atatürk ile Allah Arasında kitabını tavsiye ederim.)
Atatürk, din yoluyla bir insanın elde ettiği gücün tehlikesinin farkındaydı. (O yüzden özel hayatı dışında din konusunda kendi adına, kendi adıyla pek bir şey yapmadı–zaten bu yüzden Atatürk’e dinsiz derler, kıldığı namazı bilmeden, Türkiye’de İslam dininin öğrenilmesine verdiği katkı önemsenmeden…) Dini değerleri kullanarak, insanların dini duygularını istismar ederek güçlenen bir bireyin devlete değil, bizzat dine zarar verdiğini biliyordu. İşte bu yüzden zaten sembolik bir anlam taşıyan halifelik makamını lağvetti, İslam’dan fersah fersah uzak öğretilerle insanların beyinlerini yıkayan müşrik yuvası tekke ve zaviyelere zincir vurdu, Diyanet İşleri Başkanlığı’nı kurdurarak millet hacı-hocanın “İslam budur” diye dayattığı küfürleri yemesin, İslam’ı kendi dilinde öğrensin diye Kuran-ı Kerim’i tercüme ettirdi… Özetle, hocaefendilerin yozlaştırdığı İslam’ı özüne döndürmek için birçok girişimde bulundu Atatürk.
Sorum şudur: İslam’ın güç elde etmek için nasıl kullanıldığını gördüğümüz bugünlerde başka hocaefendiler, başka şeyhler, cemaatler çıkamaması için, önyargılarınızdan arınıp laiklik ilkesini tekrar düşünmeye hazır mısınız?
(Hakkaniyetli insanlar, önyargılarından arınıp Atatürk’ün inkılaplarına baktığı zaman en önemli inkılap olarak Türkiye’yi laikleştirmesini görüp, Atatürk’ün hakkını teslim edeceklerdir diye umuyorum.)
Altıncı Soru
Bu soru, beni cidden endişelendiriyor.
AKP iktidara ilk geldiğinde “dinci” değil, “yenilikçi” bir partiydi. Bugünle kıyasladığınızda hayret verici bir yumuşak başlılığı vardı Tayyip Erdoğan’ın. Herkesin takdir ettiği, birleştirici sözler vardı ilk başta. Herkesle iyi geçiniyordu “AK Parti”.
Sonrası malum. Herkesle birer birer, azar azar atıştı AKP. Kimiyle düşman oldu, kimiyle rakip. Yurt içinde daha flu bir düşmanlık vardı ama dış politikada, özellikle İsrail ve Avrupa Birliği’yle bir gün düşman olundu, bir gün dost olundu. (Bu yazıyı yazdığım gün, yanlış bilmiyorsam, AB ile aramız limoni ama İsrail’le ilişkilerimiz iyi.) “Komşularla sıfır sorun” döneminde, tüm komşularımızla düşmandık, hâlâ “sorunlarla sıfır komşu” dönemi diye anarız o dönemi. Yurt içinde de “flu” dediysem, bir dönem Kürtlerle kanlı bıçaklı, bir dönem (“çözüm süreci”) kankadan öte kardeş olmuştu AKP.
Neyse, uzatmayacağım, sivri dillilik de etmeyeceğim.
Sorum şudur: “Bin Dokuz Yüz Seksen Dört” romanındaki gibi bir ara dost, bir ara düşman olunan kurumlardan FETÖ de bir gün “Fethullah Gülen Hizmet Hareketi”ne geri dönüşecek mi? “Terörist”, tekrar “hocaefendi” olacak mı? Ben Feto’ya kendimi bildim bileli Feto dediğim için canım sıkılmaz da, bugün FETÖ’ye sallayanlar yarın “Hocaefendi’ye hakaret”ten mahkemelerde sürünecek mi?
(Bu sorunun bende yarattığı endişe bireysel değil, toplumsal. Kendi Meclis’ini bombalayan vahşi bir terör örgütünden bahsediyoruz. PKK’nın, IŞİD’in hiçbir eyleminde öldüremediği kadar fazla sayıda şehit verdiren bir eylemin mimarlarından bahsediyoruz. Bu pisliklerle bir gün tekrar dost olunacaksa, boku yedik demektir.)
Sonuç
Birkaç notla başladım, birkaç soruyla devam ettim, birkaç notla bitireceğim:
- Tekrar vurgulamak istiyorum: Bu yazım AKP’lilere (ve vicdanlarına) yönelik olduğu için, AKP düşmanlığı yapmamaya özen gösterdim. AKP’ye hiçbir zaman düşmanca yaklaşmadım diyemem, ama bu yazıda o kimlikten sıyrıldım da yazdım. Yorum olarak vereceğiniz cevaplarda da düşmanlık etmemenizi dilerim.
- Hatırlatmak istiyorum: Cumhurbaşkanı veya bir hükümet yetkilisi, cevap hakkını bir başka yazı yazarak kullanmak isterse, yıkıcı değil yapıcı bir yazı olmaması kaydıyla, Beyn’in kapıları açıktır.
- Bilinsin istiyorum: Bu vatan hepimizin. Zaman zaman birbirimize düşmanlık etsek de, aynı vatana aşık olduğumuz için karşı karşıya geliyoruz. Fetret devirleri de bu düşmanlıklardan doğuyor. Darbe girişimi bir hayırlı sonuç yarattıysa o da düşmanlıkların geçici olarak askıya alınmış olmasıdır. Benim temennim, bu ateşkesin kalıcı hale gelmesi ve vatansever insanların beraber çalışarak ülkeyi kalkındırması. Bilmiyorum, belki de çok romantik düşünüyorum.
- Bu yazı paylaşılsın istiyorum: AKP’liler paylaşır mı bilmem ama AKP’lilere ulaştırılması şart. Var mı bu yazıyı Başbakan’a, Cumhurbaşkanı’na okutabilecek bir babayiğit?
Sevgiler.