Gece gece, tam olarak 16 Mart 2012’yi 17 Mart 2012’ye bağlayan gece, yakın zamanda neden yalnız kaldığım konusunda biraz düşünüyordum. Şöyle bir sonuca vardım: Eski sevgilim, ilk tanıştığımızda benim hakkımda edindiği izlenimlerin, “cicim ayları” denen o romantik dönem geçtikten sonra doğru olmadığını gördü. Son zamanlarda gördüğü Barış Ünver karakteri; pek de cesur olmayan, duygularını iyi kontrol edemeyen ve sevgilisine “teslimiyet” duygusuyla bağlanmak isteyen bir haldeydi. Ve bu yüzden soğudu.
Bu yazdıklarım, bir başkasının ne düşündüğü hakkında -ve tamamen kendi mantığıma göre oluşturduğum- bir varsayım olduğu için doğruluğunu tartışmayacağım: Bu yazdıklarımın yanlış olması mümkündür, hatta muhtemelen yanlıştır. Benim yazmak istediğim konu, başka.
Sosyal yaşantımızda karşılıklı olarak tanıyıp yakınlık duyduğumuz insanları üçe ayırabiliriz sanırım: Ailemiz, arkadaşlarımız ve sevgililerimiz. Ailemiz; seçme şansımız olmamasına rağmen yetişmemizde etkin rol aldıkları için sevgi bağıyla (ve tabii çoğu zaman kan bağıyla da) bağlı olduğumuz insanlardır. Arkadaşlarımız; gelişen karakterlerimize göre seçebildiğimiz, aramızda kan bağı bulunmayan kişilerdir. Sevgililerimiz de; arkadaşlıktan öte bir yakınlık duyduğumuz, arkadaşlarımıza nazaran daha çok şey paylaştığımız veya paylaşmak istediğimiz, bazı durumlarda aile bireylerinden bile daha yakın görebildiğimiz insanlardır. Ne var ki, sevgililerimizle olan ilişkilerimizin temelinde de bir “arkadaşlık” vardır.
Her insan bir “iç dünyasına” sahiptir. Hayata nasıl bir gözle baktığımız, nasıl bir zihniyete sahip olduğumuz, yaşantımızı nasıl sürdürdüğümüz, nasıl sürdürmek istediğimiz, hobilerimiz, fobilerimiz ve bunun gibi “özel” niteliklerimiz iç dünyamızı tanımlar. İç dünyamızı, bu üç insan grubuna nasıl yansıttığımız konusunda bir ayrım vardır: Ailemiz (yani bizi yetiştiren birey veya bireyler), biz ne kadar uğraşırsak uğraşalım, iç dünyamızı yakından inceleme olanağına sahiptirler. Arkadaşlarımız iç dünyamıza aşinadır ancak arkadaşlarımızı seçerken her birine duyduğumuz yakınlığa göre iç dünyamızın sadece belli bir kısmını gösteririz. (“En iyi arkadaş”lar belki birer istisna sayılabilir.) Sevgililerimize ise, yine duyduğumuz yakınlığa göre iç dünyamızı tanıtma, tanıtmama veya bir kısmını gösterme eğilimlerimiz vardır. Eğer karşımızdaki insanla ciddi bir ilişki yaşamak istiyorsak, iç dünyamızı ona açmamız önemlidir ama “sevgilim” dediğimiz bu insanla ciddi bir şey düşünmüyorsak, iç dünyamızı açmama veya iç dünyamızı belli bir derinliğe kadar göstermeyi seçebiliriz. Konumuz, ilişki tipleri arasında en ciddi (ve hatta resmi) olanı yani “evlilik” olduğu için, şunu diyebiliriz: Evlenmeyi düşündüğümüz kişiye iç dünyamızı göstermemiz, ilişkinin ciddiyetini belirler.
Ailemiz, iç dünyamız nasıl şekillenirse şekillensin bizim yanımızdadır, bizi terk etmez. (Elbette istisnalar da vardır ancak benim anlatacaklarımla ilgisi olmadığı için bunlara yer vermeyeceğim.) Arkadaşlarımız ise, eğer onlar için uygun olmadığımızı düşünüyorlarsa, bizden uzaklaşabilir, bu herkesin doğal hakkıdır.
Peki eşimiz (veya eş adaylarımız) için ne diyebiliriz? Bir kişiyle evlendiğimizde, onunla bir aile kurduğumuzu ve onun bizim en iyi arkadaşımız olduğunu sanırım kimse inkâr edemez. Dolayısıyla eşimizin (veya eş adaylarımızın), hem “aile” hem de “arkadaş” kategorisine girdiğini (hiç değilse girmesi gerektiğini) söyleyebiliriz.
Gelelim, evlilik konusunda zerre tecrübem olmamasına rağmen utanmadan-sıkılmadan belirlediğim “ön şart”a…
Eşimizi seçme özgürlüğümüz olmasına (yani “arkadaşlık” tanımına daha yakın durmasına) rağmen seçme düşüncesine ihtiyaç olmadan sevgi bağıyla bağlanmamız yoluna gittiğimiz (yani “aile” tanımına yaklaştırdığımız) için, “iç dünyası” konusunda aile bireyleri için geliştirdiğimiz bakış açısını, eşimiz için de geliştirmemiz gerekir.
Özetle; karşımızdaki kişinin iç dünyası nasıl olursa olsun, onun iç dünyasını sorun etmeden kabul etmemiz, benimsememiz VE bu davranışımızın karşılık bulması (yani karşımızdakinin de bizim iç dünyamızı kabul etmesi), evlilikte mutluluğun ön şartıdır.
Bence böyle.