Sweeney Todd: The Demon Barber of Fleet Street (2007)

DİKKAT: Bu yazı, Beyn'in "Arşiv" kategorisine aittir. Yazının arşivlenmiş olması, yazı içindeki bilgi ve görüşlerin artık önemsiz veya geçersiz olduğunu gösteriyor olabilir.

Sweeney Todd: The Demon Barber of Fleet Street (2007)
Hakkında yazmaya en çok korktuğum film olacak bu. Yine de film tanıtımlarım arasında en iyi anlattığım, tanıttığım, incelediğim film olacak. Tanıtımlarımda hiç yapmadığım bir olaya girip, yazıyı bölümlere ayıracağım. Çok da mantıklı geldi, ileride izlediğim diğer filmler için de yapmayı düşünebilirim. Neyse.

Birinci Bölüm: Akan yazılar

Bu ilk bölümde filmde emeği geçen, tanıdığım (şahsen değil tabii ki, ismen) kişileri yazacağım. Yönetmenle başlayayım.

Tim Burton: Filmin yönetmeni.

Şimdi bu adamın yönetmenlik konusunda garip bir anlayışı olduğunu, sevmeyenler bile kabul ediyor. Yani sevilen veya sevilmeyen hiçbir zaman adamın stili değil, adamın garip stili.

Adamın yönettiği filmlerden şunları izledim:

  • Yönetmediği ama yapımcılığını üstlendiği The Nightmare Before Christmas (1993)
  • Beetlejuice (1988)
  • Planet of the Apes (2001)
  • Charlie and the Chocolate Factory (2005)
  • Ve tabii ki Sweeney Todd: The Demon Barber of Fleet Street (2007)

Hepsi, izlediğim tüm filmlerde duymadığım garip bir tür haz verdi bana – Charlie and the Chocolate Factory hariç, o filmi hiç sevmedim. Alttan alttan anlaşılmaz bir şeyler veriyor yani. Adam hakkında yapabileceğim tek yorum bu. Yine de daha fazla bilgi ve fikir sahibi olmak adına adamın filmlerini izleyip hakkında kısa bir araştırma yapmayı isterim. Bu konuda ilk yapacağım şey Sleepy Hollow‘u izlemek olacak mesela.

Johnny Depp: Filmin başrol oyuncularından – esas adam, Sweeney Todd.

Adamın doğuştan gelen -eğitim almamış zira- oyunculuk yeteneği, her türlü kılığa girebilmesine imkan veren değişken tipi (Charlie and the Chocolate Factory‘deki tipini, Pirates of the Caribbean serisindeki tipini ve bu filmdeki tipini karşılaştırın, demek istediğimi anlayacaksınız.), şimdi bir de üstüne gelen türkü çığırma yeteneği… Adam her şeyiyle saygı duyulası bir oyuncu, yine de Oscar‘sız bir adamcağız. Eh, bayanların tarafından bakarsak da çok yakışıklı imiş (Yalan, en fazla tipleri yakışıklıdır, hehe.).
Filmdeki rolü, her zamanki gibi üstüne cuk oturmuş.

Helena Bonham Carter: Filmin başrol oyuncularından – esas kız gibi ama değil, Mrs. Lovett.

Bu kadına Fight Club‘dan beri hastayım. Ne var ki, kapılmış. Hem de Tim Burton tarafından! Evli değiller, ama domestic partnership denilen bir kavram boyutunda birlikte yaşıyorlar. Hatta iki çocukları falan da varmış, beni ilgilendirmez, neyse. Bacımdır. Hastasıyım ama bacımdır, böyle de çelişkili hisler besliyorum kendisine karşı.

Oyunculuğu şahanedir, zaten sadece iki rolde izledim: Bu filmdeki Mrs. Lovett rolünde ve Fight Club‘daki Marla Singerrolünde. Gerçi Planet of the Apes‘te de oynamış ama o filmi iyi hatırlayamadığım için oradaki rolü hakkında bir yorum yapmam abes olur. Salaş görünümü şahane, ama IMDb sayfasına konulan resmi berbat. Eğer gerçek hayatta böyleyse vazgeçerim, sevmem lan ben bu kadını. Ehehe.

Alan Rickman: Filmin yardımcı oyuncularından – Judge Turpin.

Bu adamı daha geçen gün de, Perfume‘da izlemiş, hatta kendisinden bahsetmiştim. Tekrarlayayım: Harry Potter filmlerinde Snape karakterini canlandıran adam bu adam. Çok iyi kötü adam rolü yapar ama Perfume‘da görebileceğimiz üzere iyi adam rolü de yapabilir. Yine de kötü adam rolünü daha iyi yapar.

Timothy Spall: Bu adamı da Harry Potter filmlerinden tanıyabiliriz. Bu adam da çok iyi kötü adam yalakası rolü yapıyor. Dalga geçmiyorum, Harry Potter filmlerinde de öyle, burada da öyle, eminim başka filmlerde de öyledir.

İkinci Bölüm: Filmin geneli hakkındaki yorumlarım

Listelemezsem çatlarım. Spoiler niteliğinde ifadeler içerebilir. Buyrun:

  • Ben karanlık renk paletlerinin adamıymışım, onu anladım. Koyu kırmızı, açık gri, koyu gri, koyu ve soluk mavi, siyah, gümüş… Filmdeki renklere baktıkça kendimden geçtim yeminle.
  • Kanı sevmedim. Yani kanı genel olarak sevmediğimden değil, kanın yapaylığından hiç hoşlanmadım. Bilerek mi yapıldı bilmiyorum ama gerçekçi kan görebilseydim çok daha fazla zevk alacaktım filmden.
  • Londra‘ya giriş sahnesinde, kameranın (sanal kameranın diyelim) Fleet Sokağı‘na kadar hızlıca dolaşması, bence filmin en güzel sahnesiydi. Ayrıca bu sahnedeki hız ve müzik bana Beetlejuice‘u hatırlattı.
  • Küçük çocuktan (Ed Sanders) önce tiksindim (sesinden ve oyunculuk konusundaki yeteneksizliğinden ötürü), şimdi de çok sevmiyorum ama dinleyebiliyorum.
  • Dinleyebiliyorum zira filmin müziklerini indirdim, iki gündür 15 kere hatmetmişimdir tüm albümü.
  • Signor Adolfo Pirelli‘ye (Borat ve Ali G olarak da karşımıza çıkan Sacha Baron Cohen) herkes gibi çok güldüm. Sonradan psikopat bir şekilde ikinci kez karşımıza çıkınca da çok şaşırdım. İyi ki öldü. Ehehe.
  • Alan Rickman‘ı giderek daha da çok sevdim bu filmde. Tam bir kötü adam adamı bu be.
  • Anthony Hope rolündeki Jamie Campbell Bower‘ın sesinden önce tiksindim, şimdi parçalar arasında en çok dinlediğim parça Johanna. Ama kızı ilk gördüğü sahnede söylediği Johanna değil, Sweeney Todd‘un Judge Turpin‘i öldürememesine sebep olduktan bir süre sonra Johnny Depp ile birlikte söylediği Johanna.
  • Johanna denen kıza da (Jayne Wisener) aşık olduğumu belirtmek isterim. Çok aşırı bir güzelliği yok ama melek gibi bir sesi var. Hatta utanmadan söyleyebilirim ki; filmdeki en güzel sesli oyuncu. Üstelik oyunculuk konusundaki ilk tecrübesi bu film. Pardon, bir de müzikalde oynamış. Bu arada kızın güzelliğini merak edenleri şuraya alalım. Ana bana bunu al.
  • Johnny Depp‘in sesi o kadar güzel değilmiş ama yine de güzel. Ben bu kadar yetenekli bir adamdan daha iyi bir ses bekliyordum, olmadı. Problem değil. Devam et.
  • Helena Bonham Carter‘ın sesini hiç beğenmedim. Belki notaları doğru çıkardı ama güzel çıkarmadı. Sesi bazen çok rahatsız edici şekilde çıkıyordu.
  • Johnny Depp, profesyonel Türk berber Kamil Öztürk diye bir adamdan iki günlük hızlandırılmış ustura kullanma kursu almış. Adamın Johnny Depp‘e ders verilmesinden önce Johnny Depp, adamı test etmek için tıraş ettirmiş sakallarını. Tıraştan sonra çok etkilenmiş. Ama Kamil Öztürk, Johnny Depp‘i beğenmemiş pek :D.

Üçüncü Bölüm: Müzikal

Bu bölümde de spoiler niteliği taşıyan cümlelere rastlayabilirsiniz.

Bi’ kere çok iyi bir müzikal değil bu. The Phantom of the Opera çok iyi bir müzikaldir mesela – en azından benim zevkime göre. Ama çok değişik bir müzikal. Şöyle anlatayım: Müzikallerde genellikle karakterler sevgi ile coşup veya korku ile koşup şarkılar, türküler söyler. Bu müzikalde karısına tecavüz eden yargıcı öldürmeye çalışıp, öldüremeyip deliren adamın seri katilliğe adım atarken söylediği bir şarkı var: Epiphany.

Film bir müzikal uyarlaması bu arada. Bunu bilmeyen ve filmin başında çıkan kocaman yazıları okumayan gerizekalı Ekşi Sözlük yazarları “Keşke müzikal olmasaydı.” veya “Tim Burton‘ın diğer müzikali olan The Nightmare Before Christmas daha iyiydi.” tarzındaki, içinden dışına embesillik fışkıran yorumlar yapmışlar. Helal olsun diyoruz.

Müzikal hakkında bilgi vereyim. İlk kez 1 Mart 1979 tarihinde oynanmış bir Broadway müzikali. Tony Ödülü varmış bir tane de. Müzikalin çıkış şekli çok ilginç. Birçok kaynaktan birleştirdiğim ve edindiğim bilgi şu: Stephen Sondheim denen bir adam, Christopher Bond diye bir adamın oyununa (Sweeney Todd) dayanan Hugh Wheeler denen adamın kitabından yola çıkarak bu müzikali ve bestelerini yaratmış. Tim Burton‘ı da eklersek şöyle bir cümle ortaya çıkıyor:

Film; Christopher Bond‘un bir oyununa dayanan, Hugh Wheeler‘a ait bir kitaptan yola çıkarak oluşturulmuş, Stephen Sondheim‘ın yarattığı bir müzikalin Tim Burton tarafından sinemaya uyarlanmış hali.

Çüş. Kafa karıştırmaması açısından şu bilgiyle yetinmek de uygun sanırım: Müzikal Stephen Sondheim‘a ait, Tim Burton da bunu sinemaya uyarlamış.

Dördüncü Bölüm: Gerçek Sweeney Todd

1800 ortalarında yaşamış bir seri katil bu adam. Tam olarak nasıl seri katil olduğu bilinmese de, filmde gördüğünüz şeylerden bazıları bu efsaneyle (Evet, bu kişinin gerçekten yaşayıp yaşamadığı da bilinmiyor.) kesişiyor.

Kurbanlarının boğazlarını kesmesi, bir düzenekle bodrum katındaki bir yere atması, Bayan Lovett‘ın da varlığı, Bayan Lovett‘ın etli pidelerine bu insanları atması falan… Gerçekten yaşanmış olması muhtemel bu olayları ve adamı filmin dışında düşününce mideniz kalkıyor.

Beşinci Bölüm: Kaynakça

O kadar hayvani bir yazı hazırladık, kaynakları da belirtelim, di’ mi?

Yoruldum be. Yazının sonuna kadar geldiyseniz tebrik ederim sizi.

Barış Ünver
21 Şubat 2008

Yazıyı beğendiniz mi? Beğendiyseniz, yeni yazılardan epostayla haberdar olmak için Beyn'in eposta abonesi olabilirsiniz.