Hanımlar, beyler… Cidden, tarihi bir dönemden geçiyoruz. PKK’yla mücadele etmiş bir Genelkurmay Başkanı’nın ve yüksek kademelerdeki pek çok askeri görevlinin, muhalefet partilerindeki milletvekillerinin, muhalif gazetecilerin bir olup dev bir terör örgütü oluşturduğunun iddiası ile, gerçek adı yerine ikamet ettiği adanın ismiyle anılan “İmralı”nın başlattığı ve nasıl olduysa yiten 30 bin canı birden unutturduğu “barış” süreci, birbiriyle paralel olarak devam ediyor.
Darbeci askerler, terörist gazeteciler!
Bir sürü asker toplanmış, asker olmayan muhaliflerle bir olmuşlar, darbe yapacaklarmış… Ama son anda hükümetimiz bunu fark etmiş, hepsini birden yakalamış, darbeyi yapamamışlar.
120 milyon sayfalık Ergenekon davasının özeti bu. Başının kim olduğu bile belli olmayan bir terör örgütü var ve bu örgüt, imzasız mektuplar ve sahipsiz e-postalarla açığa çıkartıldı. Defalarca çökertilen onlarca iddiaya rağmen, elebaşı bile olmayan bu örgütün varlığından emin olan mücahit savcılarımız bu örgütün darbe yapacağına hala inanıyor.
Hükümete en muhalif gazeteciler de Ergenekon’dan tutuklu. Meslektaşlarıysa susuyor. Bazıları “Gazetecilerin içeride durması çok yanlış yaa.” diye yalandan bir-iki yazı yazıyor ama kimse hükümeti karşısına almak istemiyor, yeterince sağlam bir çıkış yapamıyor. Yalnızca gerçekleri dile getirdi, sert eleştiriler yöneltti diye müebbet hapsi istenen meslektaşlarına sahip çıkamayan, popüler deyimle “yavşak” basın mensuplarımızın sayısı çok fazla.
Bu şartlarda barış olur mu?
“Barış misyonerlerinin” meşhur reflekslerinden biri, bu barış sürecine itiraz edenleri otomatik olarak “sen akan kanın durmasını istemiyorsun, anaların ağlaması hoşuna gidiyor, hööğğrrrr” diye garip ithamlarla susturmak. Akan onca kanın hesabını isteyenleri, kan fetişizmiyle suçluyorlar yani. Deli midir nedir…
Evet, belli bir noktada terör örgütüyle iletişim kurmak, uzlaşmaya çalışmak gereklidir. Ama bu, masaya oturup onların taleplerini dinleyip tartışmakla olmaz. Doğru olan devletin örgütle anlaşmaya çalışması değil, örgütün devletle anlaşmaya çalışmasıdır. Şartları örgütün değil, devletin belirlemesi gerekir. Taviz vererek terör bitirilmez, yalnızca güçlendirilir. Sana zarar veren biri, senden istediklerini aldıktan sonra senin peşini bırakır mı sanıyorsun?
“Mutabakat” diyorsak, gerçek bir “barış”tan söz ediyorsak, her iki tarafın da memnun olacağı bir barış sürecine ihtiyaç vardır. Tek taraflı “uzlaşma” olmaz. Terör örgütünün, akıttığı kanın hesabını son damlasına kadar vermesi şarttır.
Bununla birlikte, tarihin en büyük hukuk fiyaskolarından biri olan Ergenekon davası sürüyorken bunlar yapılıyorsa, insanlar bu iki olay arasında bir bağlantı kurmaya meylederler ve bunu yapmakta sonuna kadar haklıdırlar.
Benim kurduğum bağlantı şudur: Eski Genelkurmay Başkanı, üst kademe askeri personel Ergenekon, Balyoz gibi fantastik davalardan ötürü içerideyken, tutukluyken; Abdullah Öcalan gibi, 30 bin kişinin katili bir terör örgütünün kurucusunun “özgür kalması” ihtimalinin miletvekilleri tarafından dile getirilmesi… Böyle bir dönemde, herkesin mutlulukla kabul edeceği bir “barış süreci”nden kim, ne hakla bahsedebilir?
Sonuç
Sonuç monuç yok. Keşke olsa. Sözümona “barış süreci”ne karşı çıkabilecek güçler tek tek törpüleniyorsa, yani “barış süreci” zorla dayatılıyorsa o sürecin sağlığından şüphe edilir. Memnun olmayanları yok edip “Herkes memnun.” demenin ne mantığı var?
Beni hapse atarsınız, onu hapse atarsınız ama gelecekte, tarih kitaplarında sizi yazacak olan insanlara daha net örnekler vermekten başka bir şey yapmış olmazsınız.